Ana içeriğe atla

OSMANLICA ;Türkçeyi Arap alfabesi ile yazma aymazlığı

Sağdan sola ve 3 sesli ile....



''Cahiller, akıllı insanların bin yıl önce yanıtladığı soruları sorarlar ''Goethe

Osmanlıların Anadolu yarım adasında başlayan işgal süreci dört biryana doğru yayılmış,arap yarım adasının tamamı,avrupanın bir bölümü ve afrika Osmanlı hanedanın hegamonyası altına girmiştir.Sözkonusu dönemde Osmanlılar ''Dini'' farklılık nedeni ile gayri müslimleri alt sınıf ve değersiz olarak kabul etmişler , küçük çocukları ve kadınları dışındaki unsurlarına değer vermemişlerdir.Kendileri ile aynı dine mensup olanların kültürel unsurları ile kendilerine ''Özgü '' bir yapı oluşturmayı tercih etmişlerdir.

Dönemin ''İslam''ı kabul etmiş iki kültürü Arap ve Fars(Pers,Sasani)kültürlerine ait unsurlar eski Türklerden kalma miras ile birleşerek ''Osmanlı Kültürü''nü oluşturmuştur.

Osmanlı devlet anlayışı ''Hanedan odaklı'' olması sebebi ile imparatorluğun genelinde kullanılan bir dil bulunmamaktaydı,işgale uğrayan bölgelerin halkı Osmanlı hanedanına vergi ve asker sağladıkları sürece eski yaşantılarına devam etmekte özgürdüler,zaten bu sebeplede yaygın bir Osmanlı kültüründen bahsetme imkanı bulunmamaktaydı.İmparatorluğun merkezini oluşturan Anadolu yarım adasının nüfusu Türk kavimlerinin göçleri ile yoğun bir Türk nüfusuna sahipti,Oğuzların kayı boyuna bağlı Osmanlı hanedanıda bu Türk nüfusunun bir parçasını oluşturuyordu.Eski Türk kültüründen gelen ''Kutsal Kan'' yada günümüz deyimi ile ''Elitizm'' anlayışı Osmanlı Hanedanını kendini bu Türk Kültür unsurlarından farklılaşmaya ,ayrışmaya itiyordu.Arap ve Fars kültürü bu ''seçkincilik'' arzusu ile Osmanlı hanedan ailesi ve ayrıcalıklı kılınmış zümre arasında kabul gördü.Tüm İmparatorluk halkından farklı bir dil,sanat ve edebiyat anlayışı oluşturuldu.Ortaya çıkan ''Melez'' sadece imparatorluk içinde ayrıcalıklı kılınmış bir zümre içinde kullanılır olmuştu.Ne hanedan soyunun geldiği Türkler,ne avrupa ne asya nede arap yarım adasında bulunanların ortaya çıkan dili anlaması sözkonusu değildi,geçmişide geleceğide olmayan hanedanın mülkiyetinde bir dil yaratıldı..Osmanlıca..



Osmanlı Türkçesinin “lisan-ı Osmani”, “Osmanlı lisanı” diye adlandırılmasına ünlü sözlükçü, yazar Şemseddin Sami şu sözlerle karşı çıkmış ve tıpkı Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Ulug Has Hacib, Ali Şir Nevai gibi dilin adının “Türkçe” olduğunu ifade etmiştir:
''Söylediğimiz lisan ne lisanıdır ve nereden çıkmıştır? Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru görmüyoruz çünkü bu unvan Selâtin-i Osmaniye’nin birincisi, fatih-i meşhurun nam-ı âlilerine nisbetle müşarünileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin unvanıdır. Hâlbuki lisan ve cinsiyet müşarünileyhin zuhurundan ve bu devletin tesisinden eskidir. Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi “Türk” ve söyledikleri lisanın ismi dahi “lisan-ı Türkî”dir. Cühela-yı avam indinde mezmum addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlak edilmek istenilen bu isim intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir''

''Osmanlıca’nın sorun olarak görülmesi 18’inci yüzyıl başında oldu. Çünkü Matbaa 1727’den itibaren günlük yaşama girdi. Fakat matbaa okur yazar sayısında artışa neden olamadı. Bunun sebebi; hem Osmanlıca’nın okumada ve yazmada doğurduğu güçlükler hem de,Türkçe’nin ses varlığına uygun olmayışıydı.Ardından geri kalmışlığına çare olarak mektepler açmaya başlayan Osmanlı, “dil sorunuyla” bir kez daha yüzleşti: 6-7 yıl bu dili öğrenmeye harcayan çocuklar bir mektubu bile okuyamıyordu! İşin garip yanı, öğretmenlerin durumu da aynıydı.Osmanlıca alfabe okumayı güçleştiriyordu.
Arap harfleri, Türkçe kelimeleri ifadede yetersiz kalıyordu.Hareke (ünlü işaretleri) konulmayan kelime beş-on şekilde okunuyordu ve kuşkusuz bunların anlamları çok farklıydı! (Örneğin, kef, vav, re ile yazılan sözcük; kürk, kürek, gevrek, körük, görk, görün diye okunabiliyordu.)Mevcut harflerle özel isimleri yazıda belirtmek çok güçtü.
Ahmet Cevdet Paşa “Kavaid-i Osmaniyye” adlı eserinde, Türkçe’de bulunup da Arap harfleriyle gösterilemeyen sesleri belirtmek için bir yol bulunmasının elzem olduğunu yazdı.
Konu, devletin ilim kurulu olan Encümen-i Daniş’in gündemine geldi ve bazı harfler üzerine işaretler konulmasına karar verildi ama bu da sorunu çözmedi. Osmanlıca ayrıca matbaa basımını da zorlaştırıyordu. Latin harfleriyle 30-40 cins karakterle basım yapılırken; Osmanlıca normal bir yazı için en az beş yüz cins ve keza Osmanlıca yazı türü ta’lik için ise bunun üç katı harf karakterine ihtiyaç vardı.Osmanlı Devleti, Osmanlıca sorununu çözmek istiyordu. Bu nedenle “yeni harflere geçmek”gerektiğini vurgulayan Münif Paşa’yı üç kez Maarif Nazırlığı’na getirdi.
Her seferinde II. Abdülhamit cahillerden korkup onu görevden aldı. ÇünküMünif Paşa camilerde verilen vaazlarda bile gavurluk getirmekle itham edildi!Oysa sorunun dinle hiç ilgisi yoktu; teknikti'' Soner Yalçın bkz.Osmanlı Osmanlıcaya karşıyıdı

“Bizim çocuklar beş-altı yaşında mahalli mektebine verilip, iki-üç senede bir hatim indirdikleri ve birkaç sene dahi tecvid ile hatimler tekrar okunduğu ve beş-altı yıllar sülüs ve nesih karaladıkları halde; ellerine bir gazete verilse okuyamazlar. İki satır bir tezkere kaleme almak nerede?” Namık KEMAL(Hürriyet, 5 Temmuz 1869)

Bugün bir grup ''Cahil'' tarafından gerçekleştirilen ''Osmanlıca'' çıkışı aslında birilerinin hırsızlığını,hayasızlığını,ahlaksızlığını örtme çabasından başka birşey değildir.Amaç gündemi değiştirmek için sürünün dikkatini başka tarafa çekmektir.Osmanlıca ,Osmanlı tarafından bire red edilen bir dildi,dilin özünü oluşturan ve 8 sesli harften oluşan Türkçeyi 3 sesli ile okuma ve yazma imkanı bulunmamaktaydı.Osmanlıcayı oluşturan arapça ve farsça kökenli kelimelerin büyük bölümü seçkinler zümresi arasında gerçekleşen edebi metinler dışında kullanım imkanı bulamıyordu.Osmanlıca asla kapsamlı bir dil olamadı,o sadece bir ölü doğandı.

Bir dil on seneler yada yüz seneler içinde oluşturulamaz bir dil insanın geçirdiği evrim süreci içinde belki binlerce onbinlerce yılda şekillenmekte ve ortaya çıkmaktadır.Ve ortaya çıkan dil binlerce yıl varlığını sürdürebilmektedir.Bunun en basit örneğini vermek gerekirse,

Kültigin Yazıtı 6 yy;
tengri teg tengride bolmış türük bilge kagan bu ödke olurtum sabımın tüketi eşidgil ulayu iniygünüm oglanım biriki uguşum bodunum biriye şadapıt begler yırıya tarkat buyruk begler 

Ben) Tanrı gibi, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan (ım). Bu devirde tahta geçtim. Sözlerimi tamamıyla işitin. Önce, siz erkek kardeşlerim, oğullarım, birleşik boyum, bütün soyum, sağdaki Şadapıt beyleri, soldaki Tarkanlar ve onlara bağlı beyler, Tatar... 

Şeyhülislam Esad Efendi'nin Lehcet-ül Lugat isimli sözlüğünün önsözü 18.yy;

"Amed-i medid ve ahd-i ba'iddir ki daniş-gâh-ı istifadede nihade-i zanu-yı taleb etmekle arzu-yı kesb-i edeb kılıp gerçi irre-i ahen-i berd-i gûşiş-i bî-müzd zerre-i fulad-ı fu'ad-ı infihamı hıred edemeyip şecere bî-semere-i isti'daddan yek-bar-ı imkân intişar-ı nüşare-i asar-ı hayr-ül me'ad as'ab-ı min-hart-ül katad olup ancak piş-nigâh-ı ihvan ve hullanda hem-ayar-ı nühas-ı hassas olan hey'et-i danişveriyi zaharif-i tafazzul ile temviye ve tezyin edip bezm-gâh-ı sühan-gûyanda iksar-ı sersere ile ser-halka-i ihvab-ı hava-ayin olmuş idim

 Tamburi Artin Efendi'nin seyahatnamesi 18.yy;

"Yezd ile Kerman arasında kum deryası dedikleri vardır ki inceliği ve beyazlığı saat kumu gibidir ve bir köyleri vardır ki yolcular konar. Damlara ve sokaklara bir adam nazar etse gûya kar yağmış sanır. Yol üzerinde bir buçuk, iki saat çekecek kadar yerde kule gibi miller yapılıdır ki karşına tutar da öyle gidersin. Eğer o milleri sağına veya soluna alır isen, yolu şaşırırsın ve birer ikişer minare derinliğinde kum ile dolmuş hendekler vardır ki hiç belli değil. Atın ayağı eğer oralara basacak olursa kurtulmak muhaldır. Çabalandıkça batar gider





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Usus,Fructus & Abusus

Tüm ''Ahlak''ın temeli ''MÜLKİYET''      Neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen kurallar bütünü/ilkeler sistemine ''Ahlak'' adı verilir,Ahlak adı verilen ilkeler sistemi bir kültür yada bir grup tarafından genelleştirilir ve kanunlaştırılır.Ve bu kanunlar aracılığı ile grup üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bugün ''Genel Ahlak'' yada ''Toplumsal Ahlak'' adını verdiğimiz sistemlerin tamamı tek bir şey üstüne kuruludur.Mülkiyet hakkı. Mülkiyet,taşınır veya taşınmaz bir eşya üzerinde eşya sahibine kullanma,yararlanma ve tasarruf etme yetkisi veren ve hukuk düzeni sınırları içerisinde kullanılabilen mutlak ve ayni bir haktır,mutlak nitelikte olması nedeni ile herkese karşı ileri sürülebilir.Ve toplumsal ahlak kurallarının çıkış noktasını oluşturur. Topluma göre başkasına ait olan birşeyden izinsiz faydalanmak ''kötü''dür.Başkasına ait olan toplum taraf

DON KİŞOT

Üç kelime ile başlıyoruz:Rutin,heyecan,macera   Rutin,alışılagelen,sıradanlaşan detaylı bir ifade ile belirli sürelerde aynı yada çok benzer biçimde tekrar eden şeyler için kullanılır.Rutin bir ''güven'' ifadesi olmasının yanı sıra,gerçekleşen şeyin beklentiye uygun olarak meydana geldiğini ve meydana geleceğini ifade etme biçimidir. Rutin,''sürekli aynı biçimde tekrar etmesi'' nedeni ile insan üzerinde psikolojik yada fiziksel anlamda bir değişikliğe sebep olmamaktadır.Hayatı boyunca çok fazla uçak görmemiş bir  insan ile havaalanında çalışan kişinin içinde bulunduğu durum gibi,yada kulağına daha önce hiç küpe takmamış biri ile kulağına hergün küpe takan kişinin  durumlarında olduğu gibi. (kulağına ilk kez küpe takan birinde hem fiziksel olarak kulağının delinmesi gerekecek hemde psikolojik olarak daha önce yaşamadığı bir oluş içine girecektir.) Rutin,verdiği bu güven duygusunun yanında,belirli bir sürenin ardından mevcut duruma adaptasyondan

TOPLUMSAL BİLİNÇ PARÇACIĞI

''Bilinciniz sadece size ait değildir'' Özgür irade ilizyonunun conseptlere aktarımı,    Bizler,yani ben olarak tanımladığımız yapıların ''görece bağımsız'' bir biçimde otonom kararlar aldığı fikrine sahibizdir.Düşüncelerimizde özgür olduğumuzu kabul ederiz.Bunu yapabilmemizin en önemli sebebi bilincimizin çok parçalı bir yapıdan oluşmasıdır.Hatta bu çok parçalı yapı zamansal düzlemde çok katmanlı bir hale gelmektedir. Homo sapiens sapiens ''düşündüğünün üstüne düşünebilen insan'',kendi özünden yarattığı şeye çıkıp bakabilme hali.Zihin dev bir kütüphane olarak tasvir edildiğinde  bilinç bu kütüphanede dolaşan bir ziyaretçi olarak düşünülmelidir.Bu sebeple bilinç kütüphaneye her seferinde ''benzer'' ama bir öncekinden farklı bir ziyaretçi olarak girmektedir.Bu durumda bilinç zamansal ve olgusal olarak farklılık göstermekte midir?Bunun ötesinde bu ziyaretçi ziyaretin ardından yok olup gitmekte ve yerini diğer zi